Tarih boyunca öylesine görmüş geçirmiş bir kent ki...
İş dünyasından eğlence hayatına kadar birçok faaliyetin merkezi bu Yedi tepeli kent, yüklendiği onca ağırlık karşısında artık Yedi tepeye sığmaz olmuş. Büyüdükçe büyümüş, gelişmiş, serpilmiş.
Yaşayanların kaçmaya, yabancısı olanların da gelmeye çalıştığı bu büyülü kent acaba dün nasıldı?
Günlük yaşamın koşuşturması içinde yaşayanların bile gözden kaçırdığı ayrıntıları yakalayabilmek amacıyla, her sayımızda İstanbulun bir semtine uğrayacağız.
Özetle, Dünü Bugün ile karşılaştırma şansını yakalayacağız.
Dünü hatırlamak için Çelik Gülersoy Vakfı tarafından 1989 yılında yayınlanan Willy Sperconun Yüzyılın Başında İstanbul adlı kitabından yararlanacağız.
İlk durağımız, tarihte Prens Adaları olarak bilinen adalar bölgesi olacak. İstanbula önce şöyle bir uzaktan bakacak, ardından sınırlarından içeri gireceğiz.
İyi geziler...
Prens Adaları...
İmparatorlar, İmparatoriçeler, Prensler, Prensesler, Patrikler doğanın göz kamaştırıcı güzelliklerine sahip bu adalara sürülmüş, gözlerine mil çekilmiş, işkence edilmiş, hapsedilmişlerdir.
İmparator villalarından, büyük manastırlardan, kiliselerden bugün geriye yıkıntılar ve kırık mermerler kalmıştır.
Gustave Schlumberger ile Charles Dielin eserleri okunduğunda, bu adaların Bizans tarihinde ne denli önemli rol oynadıkları anlaşılır.
Gerçek olamayacak kadar güzel mavilikler içinde bahçelerinde güller, begonviller, leylaklar, karanfiller, mimozalar, yaseminler fışkıran Büyükada, Heybeli, Burgaz ve Kınalı adaları bugün artık sadece dinlenme ve eğlence yerleridir. Yeşilliklerle örtülü villalar, oteller, pansiyonlar, plajlar bulunur. Otomobil getirmek yasaktır. Gezintiler, üstü açık tenteli faytonlarla ama en çok da eşek sırtında yapılır.
Yaz aylarını buralarda geçirmek şansına sahip olanlar otellerinin terasından ya da evlerinin bahçelerinden, ilkbaharın ilk günlerinden kışın başlangıcına kadar küçük beyaz gemilerin gün boyu ziyaretçiler taşıdığını görebilirler. Bunlar adada oturanların dostlarıdır ya da günü birlik eğlenmeye ve çamlar altında piknik yapmaya, denize girmeye veya balık avlamaya gelenlerdir.
Gün batarken, çam ormanında yollarını kaybeden aşıklardan başka herkes birbiriyle deniz kıyısında ya da sahildeki restoranlarda buluşur.
Eve gecenin geç saatlerinde dönülür, insanın başına ya güneş ya da... ay geçer. Geriye, kucak dolusu çiçeklerin kokularından mest olarak, sepetler dolusu meyveler, canlı istridyeler, istakozlar getirilir.
Çelik Gülersoy, “Yüzyılın Başında İstanbul” kitabının yazarını şu sözlerle anlatıyor:
“Elinizdeki kitap, İstanbul’da yüzlerce yıl yaşamış olan, lövanten kökenli, Venedikli bir ailenin bireylerinden biri olan aziz dostum müteveffa Willy Sperco’nun bir cins anılar ve gözlemleri niteliğinde, özgün bir eseridir.
Sperco’nun yazdıklarından çoğu, gördüğü yerlere ve yaşadığı olaylara aittir.”